Sanat dünyası kimi zaman çok arayanları saklar, hiç aramayanları ise bir anda parlatır.
Je m’appelle Macid de tam böyle doğdu görünürlüğe: Çaba göstermeden, kapıları çalmadan, kendini anlatma gereği duymadan… Yalnızca üreterek, yalnızca kendi iç sesini takip ederek.
Bir gün keşfedildi, ertesi gün beğenildi, sonra paylaşıldı ama o, tüm bu ilgiye rağmen kendi koyduğu mesafeyi korudu. Siyah gözlükleri ve siyah eldivenleri hem zarif bir imza hem de görünmez bir duvar gibiydi; fakat o duvarın ardında öyle sıcak bir kalp vardı ki, dokunduğu herkesin içinde derin bir iz bıraktı.
Sanat birleştirir, evet…
Ama Macid, sanatın kendisiyle çoğaldı. Ürettikçe genişledi, düşündükçe büyüdü; fikirleriyle hem kendi çağını hem de sanat tarihinin önemli figürlerini yeniden yorumladı. Modern bir çerçevede özgürce dolaşırken bile kim olduğunu, nereden geldiğini ve hangi kökten doğduğunu asla kaybetmedi.
a killer/Osman Hamdi Bey is dead
Üstelik adı Macid iken onu “Je m’appelle Macid” olarak dünyaya sunması yani “Benim adım Macid” demesi, Batı’nın dilinden ilham alırken Doğu’nun köklerini bırakmayan bir duruşun sembolüydü. Bir nevi, kendi kimliğini iki dünyanın eşiğinde yeniden kurdu hem Doğu’nun sıcaklığı hem Batı’nın ifadesi onda ortak bir dil buldu.
Bu sadakat, onu yalnızca görünür kılmadı; gerçek, sahici ve zamansız bir figüre dönüştürdü.
Macid için sanat bir “yetenek” değil; iki ruhun birbirini tanıması, beğenmesi ve ortak bir titreşimde buluşmasıdır. Teknikten önce gelen şey, o görünmez yankı: bir temas, bir içsel çağrı, bir başka varlığın kalbine dokunabilme hâli.
Evet, İstanbul Üniversitesi Grafik Tasarım mezunudur ama asıl ustasını okulda değil, hayatta bulmuştur. Sokağın ritmi, yalnızlığın sesi, karşılaşmaların izi, kayıpların terbiye edici ağırlığı…
Kendini “içsel olarak yetişmiş” saymasının sebebi tam da budur: Hayatın ona sunduğu deneyimler, sanatsal yolculuğunun gerçek öğretmeni olmuştur. Sanat ile hayat onun için iki farklı patika değil; aynı hikâyenin iki nefesidir. Biri eksik olduğunda diğeri anlamsızlaşır.
Ve sonra bir gün…
Hiç hesapta yokken kaderin sessizce araladığı bir kapı açıldı.
New York Magazine’in ünlü sanat eleştirmeni Jerry Saltz, Instagram’da Macid’in işine denk geldi.
Bir bakış, bir beğeni, bir paylaşım…
J.macid and dog/otoportre
Ama her biri, Macid’in yolunda küçük adımlar değil; içten içe büyüyen büyük bir titreşimdi.
Ardından Refik Anadol’la yaşanan yüksek sesli tartışmanın hemen sonrasında, Saltz’ın onun işini yeniden paylaşması…
Genç bir Türk sanatçıyı tam da kimsenin beklemediği bir anda parmakla göstermesi…
Bu haber sanat çevrelerinde bir kıvılcım gibi yayıldı. Kimileri şaşırdı, kimileri meraklandı; ama herkes bir anda ona bakmaya başladı.
Macid içinse bu an, ruh titreten bir görünürlüktü beklenmedik bir anda gelen, içini sarsan, yolunu bir anda değiştiren o eşik. Kısa süre içinde galerilerin dikkatini çekti. Önce fısıltılar duyuldu, ardından meraklı bakışlar çoğaldı. Her gün biraz daha fazla kişi onu aramaya, hakkında konuşmaya başladı. Fakat Macid, kendi çizgisini korudu; eldivenlerini taktı, mesafesini belirledi. Kalabalığın değil, ruhen yakın hissettiği insanların kapısını araladı.
Ve o kapının ardında, Macid’in pratiğine gerçekten temas eden, onun içsel dilini sezebilen bir isim vardı: PG Art Gallery’nin kurucusu Pırıl Arıkonmaz.
Bu karşılaşma, yalnızca iki kişinin yollarının kesişmesi değil; sanatçının üretim enerjisiyle galerinin yaklaşımının aynı çizgide buluştuğu bir dönüm noktasıydı. Bu süreçle birlikte Macid’in işleri farklı koleksiyonlarda yer almaya başladı ve üretimine yönelik ilgi görünür hâle geldi. Artık bu görünürlük, sanat dünyasında sessizce fakat istikrarlı bir şekilde ilerleyen bir varoluşa işaret ediyordu.
Ve sonra beklenen o eşik açıldı:
“I Don’t Like Fake Stories Me 🖤 Genuine” adlı ilk solo sergisi.
Sergi mekânına adım atan izleyiciyi büyük bir yatak karşılıyordu. Bu beklenmedik jest hem bir provokasyon hem de bir davetti. İzleyicinin zihninde beliren “Neden bir yatak?” sorusu, işin kavramsal çerçevesine açılan bir geçit niteliğindeydi.
Sanatçı bu soruyu şöyle yanıtlıyordu:
“Ben çok evden çıkan biri değilim… Orayı kendi odam haline getirdik. Sanırım gücü ele geçirmek istedim.”
Macid, ilk kişisel sergisi için kavramsal düzeyde derinleşirken tek bir hedef taşıyor: Düşünceyi merkezine alan, duygusal olarak titreşen ve kökünü kendi hikâyesinden alan bir dünya kurmak. Bir sergiyi var eden şeyin duvardaki işler değil, izleyenin kalbinde uyandırdığı yankı olduğuna inanıyor.
“Yoksa,” diyor, “her yerde resimler, sanatçılar, galeriler var…
Ama ruh, her yerde yok.”
Bu kişisel anlatı, sanatçının pratiğini yeni bir boyuta taşıdı. Ardından Contemporary Istanbul’da yeniden görünür olan işleri, bu yolculuğun yalnızca bir durak değil, bir taçlanma anı olduğunu gösterdi. Macid’in üretimi artık yalnızca bir estetik karşılaşma değil; izleyicisini hem duygusal hem de düşünsel bir alana çağıran, kendi dilini kuran güçlü bir ifadeye dönüşmüş durumdaydı.
Türkiye’de sanatın bir iç ses, bir sahne, bir gölge ve bir varoluş alanı olduğunu en iyi anlatan öncülerden biri Semih’a Berksoy’du.
Tıpkı Macid gibi o da sanatı yalnızca bir üretim değil, yaşamının kendisi olarak gören, disiplinler arasında özgürce dolaşan sezgisel bir dünyanın taşıyıcısıydı. Berksoy’un çok katmanlı ruhu ile Macid’in bugünün dünyasında yeniden tanımladığı içsel dürüstlük arasında, zamanın ötesine uzanan bir bağ vardır: Sanatın hakikati daima kalpten ve gölgeden doğar.
1910’da İstanbul’da doğan Semiha Berksoy, sahnenin, tuvalin ve hayalin sınırlarını aşan bir “tümel sanat” kadınıydı. İstanbul Belediye Konservatuarı’ndan Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim, seramik ve heykel atölyelerine; Muhsin Ertuğrul’un Tiyatro Okulu’ndan Berlin Müzik Akademisi’ne uzanan yolculuğu onu Berlin’de sahne alan ilk Türk opera sanatçısı, gerçek bir primadonna yaptı.
Opera, tiyatro, resim ve performansı yetmiş yılı aşan üretiminde tek bir bedende birleştiren Berksoy, Ferit Edgü’nün deyimiyle “öncülü ve ardılı olmayan” bir sanat evreni kurdu.
Wagner’in Gesamtkunstwerk bütüncül sanat yapıtı kavramı Berksoy’un bedeninde can buldu. Resimleri Venedik ve Şanghay bienallerinde sergilendi; 2018’de Frieze Masters’ta Picasso, Matisse, Léger ve Renoir’la yan yana görüldü.
Güçlü ve bağımsız kişiliğiyle Berksoy, disiplinler arasındaki duvarları yıkan, yaşamı sanata, sanatı yaşama dönüştüren bir öncüydü. Onun cesur üretimi ve kendine özgü sesi, bugün hâlâ genç kuşaklara ilham vermeye devam ediyor.
Oda dışarıdan sıradan bir yatak odası…
Ama içeride, bir primadonnanın tüm belleği, acıları ve zaferleri sessizce bir yapıtın içine örülüyor.
1990’ların ortası…
Ayaz Paşa’daki Pamir Apartmanı’nın yüksek tavanlı dairesinde zaman ağır bir perde gibi sarkıyor.
Semiha, nefesi dar, kalbi yorgun—her anıyla yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi yokluyor.
Sıkıntı bastığında balkona çıkıp başını soğuk korkuluklara yaslıyor; İstanbul’un rüzgârından bir soluk topluyor. Şehrin uğultusu, yaşadığını doğrulayan bir nabız gibi…
Zeliha Berksoy’un sözleriyle “giderayak, hayatına dair bir başyapıt bırakmak” istiyor ve kendine bir alan örüyor:
Bir ipek böceğinin sessizce kurduğu koza gibi.
O oda, anıların, kumaşların, fotoğrafların ve sahne kırpıntılarının birbirine düğümlendiği bir kabuğa dönüşüyor.
Her parça bir nefes, her nefes bir tanıklık…
Ve sonunda “Bellek Odası” doğuyor: Semiha’nın kendi varlığını sonsuza açtığı hem kırılgan hem görkemli bir iç mekân.
Kozasının içine sakladığı tüm hayat, ışıkla, gölgeyle ve eşyaların dokusuyla yeniden konuşmaya başlıyor.
Ve yıl 2025…
Aynı apartmanın önünde bu kez başka bir hafıza hareketleniyor.
Macid, Semiha’nın bir zamanlar içini dönüştürdüğü bu yapıyla kendi dilinde konuşuyor.
Bir odaya sığmayan üretim enerjisi bu kez apartmanın önünü ele geçiriyor.
Hiçbir izin yok; her şey özgür, kendiliğinden, hafifçe anarşik…
Eserlerini apartmanın girişine bir sel gibi yayıyor, sanki “Bu binanın belleği içeride durmaz, dışarı taşar” der gibi. Ve bu enstalasyonun merkezinde, yarı ciddi yarı muzip bir çağrı var.
“Semiha, kapıyı aç… ben geldim.”
Bu cümle, bir saygı duruşu kadar bir oyun, bir selam kadar bir sohbet isteği…
Semiha’nın kurduğu kozanın yıllar sonra yeniden aralandığı bir an gibi: Sanki Macid, zamanın içinden seslenip onun bıraktığı yerden hikâyeyi devralıyormuşçasına.
Böylece Pamir Apartmanı, 2025’te bir kez daha bir sanatçının dokunuşuyla titreşiyor; Semiha’nın sessiz kozası, Macid’in taşkın ve mizahi enerjisiyle yeniden hayat buluyor.
Je m'appelle Macid
Bugün Macid, sanat dünyasında kendi dilini kararlılıkla kuran ve hızla görünürlük kazanan bir konumda yer alıyor. Ancak onun asıl gücü, hiçbir zaman şöhretin parıltısından değil, samimiyetinden doğuyor. Üretiminde yapay anlatılara yer yok; o, her zaman gerçeğin izini sürüyor.
Kendi iç alanını saklamak yerine görünür kılması, resimlerinin en sade ve en etkili hakikati. Her eserde hem kendi gölgesini hem de izleyicinin sessiz varlığını buluşturuyor; böylece tuval tek yönlü bir ifade değil, ortak bir yolculuğa dönüşüyor.
Sac de hammam
Macid’in pratiği, sadeliğin hem kırılgan hem azametli doğasını dengeli bir biçimde taşıyor. Rengin kendi varlığıyla baş başa kaldığı o eşikte sanatçının iç sesi berraklaşıyor. Giyimi bile bu yaklaşımın bir devamı: gereksiz hiçbir işaret taşımayan, sade ama karakter dolu bir ifade hâli.
Sanatını yaşama biçimi. Gürültüsüz ama derin; iddiasız ama sarsıcı…
Macid, kendi gerçekliğini kurarken izleyicisini de bu sahici yolculuğun bir parçası olmaya davet ediyor…
Yazı ve Fotoğraflar: Yasemen Çavuşoğlu
Bir Koleksiyonun Ardındaki İz: Leonard A. Lauder
Basquiat ve Warhol: Rekorların ve Dostluğun Hikâyesi
Karanlığa Selam: Karanlık Eserleriyle Sanata Işık Tutan Ressamlar | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Gizemleriyle Leonardo Da Vinci | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Sevdalı Kadın: Tomris Uyar | Yazan Yasemen Çavuşoğlu
Yorum yapmak için tıklayın