Sanat tarihinin geniş koridorlarında her şey çoğu kez doğal, kaçınılmaz ve olduğunu varsaydığımız şekilde görünür; büyük ustaların imzaları, müzelerin ağır kapılarından içeri giren tarihin kokusu, duvarlarda birbirini izleyen dönemler, akımlar, devrimler… Fakat bu “doğal” kabul ettiğimiz düzen, aslında yüzyıllardır örülmüş seçici bir hafızanın mirasıdır. Bu hafızanın çeperlerine itilenler, çoğu zaman kadın sanatçılar olur. Onların üretimi ya marjinalize edilir ya da tamamen yok sayılır. İşte tam da bu sessiz ve derin eşitsizliğin kalbine, 1985 yılında, New York’un sanat dünyasına atılan beklenmedik bir soru, bir sarsıntı, bir maskeli çığlık yerleşti: Guerilla Girls

Tate Modern, Londra
Guerilla Girls: Maskenin İçindeki Öfke ve Mizahın Tarihi
Guerilla Girls’ün ortaya çıkışı yalnızca bir sanat kolektifinin doğumu değil, aynı zamanda sanat tarihinin yeniden yazılması için başlatılmış bir karşı anlatıydı. New York’ta 1980’lerin başında kadın sanatçıların neredeyse hiç sergilenmediği, büyük galeri açılışlarında erkek isimlerin alt alta sıralandığı, müzelerin koleksiyonlarında kadın sanatçı oranlarının parodiyi andıracak kadar düşük olduğu bir dönemde, bu kolektif neredeyse zorunluluk haline gelmiş bir isyanın ürünüdür.
Guerilla Girls’ün üyeleri kimliklerini gizlemek için goril maskeleri takar. Bu sadece anonim kalmak için değil, aynı zamanda sanat dünyasının yüzlere ve isimlere takıntılı sistemine karşı ironik bir reddiyedir; önemli olan yüzler değil, veriler kimlikler değil eşitsizliklerdir. Bu maskeler onları görünmez yaparken aynı anda fazlasıyla görünür kılar. Çünkü maskenin ardındaki boşluk, sanat tarihinin dolduramadığı tüm kadın isimlerin simgesidir.
Grubun afişleri; mizahın keskinliğini, verinin sertliğini ve grafiğin çarpıcılığını bir araya getirir. Bir Guerilla Girls afişine baktığınızda yalnızca bir protesto görmezsiniz; aynı zamanda yıllarca üzeri örtülen bir gerçeğin aniden karşınıza çıkışıyla yüzleşirsiniz. Onların dili, sanat tarihinin akademik soğukluğunu reddeder; sokak afişinin sıcaklığına, pop kültürün parlaklığına ve feminist öfkenin şiirselliğine yaslanır.

1989’da yayımlanan “Kadınların Metropolitan Müzesi’ne Girebilmesi İçin Çıplak Mı Olması Gerekiyor?” posteri, grubun en ikonik çalışması haline geldi. Zira soru tek başına bir slogan değil verilerle desteklenen bir yüzleşmedir. Guerilla Girls, MET’in modern sanat koleksiyonunu taradı ve şu sonuçla karşılaştı; nü resimlerin büyük çoğunluğu kadın bedenlerini temsil ediyordu ancak sanatçıların yalnızca çok küçük bir yüzdesi kadındı. Bir başka deyişle, müzenin duvarlarında kadının bedeni vardı, ama kadının kendi üretimi yoktu. Bu çarpıcı tezat, bir anda sanat dünyasının bütün makyajını akıttı. Poster, Ingres’in ünlü “Büyük Odalık” figürünün başına goril maskesi takarak hem sanat tarihinin idealize ettiği kadın imgesini paramparça eder, hem de müzelerin bu imgeyi sorgusuzca yeniden üretme biçimini ters yüz eder. “Büyük Odalık” artık pasif bir figür değil; bir isyanın afiş yüzüdür.
Guerilla Girls’ün yaptığı yalnızca eleştiri değildir aynı zamanda sanat kurumlarını kendi verileriyle yüzleştirmektir; afişleri, bildiri gibi değil, birer tıbbi rapor gibi çalışır sansasyon yoktur, yalnızca çıplak gerçek vardır. Onlar sayesinde sanat dünyasının birçok eşitsizliği ilk kez sayısallaşmış, belgelenmiş ve görünür hale gelmiştir. Müze kapılarından içeri girmek için artık yalnızca teknik yeterlilik değil, politik bir vicdan da gerekmiştir.
Onlar, sanat kurumlarının geçmişlerini temiz bir roman gibi sunma alışkanlığını bozar; bir zamanlar görmezden gelinen isimlerin ve hikâyelerin geri dönmesi için kapılar açar ve bu kapılar açılırken, dünyanın dört bir yanındaki genç kadın sanatçılar da şu mesajı alır:
“Sistem seni görmüyorsa, sen sistemi görünür kıl.”

Tate Modern, Londra
Peki bugün, aradan on yıllar geçmişken, o soru hâlâ geçerli mi? Evet, ama biçim değiştirerek.
2020’ler görünürlüğün dijitalleştiği, sanatın mekânsızlaştığı, algoritmaların bir nevi küratör haline geldiği bir dönem. Sanatçıların kaderi artık yalnızca müze komiteleri tarafından değil, aynı zamanda sosyal medya platformlarının görünmez kuralları tarafından belirleniyor.
Kadın bedeninin popülerleştiği ama aynı zamanda politik kadın bedeninin sansürlendiği bir dönemdeyiz. Bir fotoğraf, bir performans kaydı ya da bir video, “uygunsuz” bulunduğu için saniyeler içinde kaldırılabiliyor. Sanat, algoritmanın hoşuna gitmediği ölçüde görünmezleşiyor.
Bugün görünür olmak için bir müzeye değil, bir algoritmanın tercihine uyum sağlamak gerekiyor ve bu algoritmalar, çoğu zaman estetikten çok tüketilebilirliği, derinlikten çok yüzeyselliği ödüllendiriyor. Kadın sanatçıların deneysel işleri, bu hız ekonomisinde çoğu zaman kayboluyor. Her ne kadar kadın sanatçıların temsil oranları artsa da, eserlerinin piyasa değerleri hâlâ erkek meslektaşlarının gerisinde. Değişen yüzlere rağmen değişmeyen yapılar, eşitsizliği daha sofistike biçimlerde sürdürmeye devam ediyor. Guerilla Girls’ün 1989’daki sorusu hâlâ tam olarak dağılmadı. Çünkü eşitsizlik şekilden şekle girerek yaşamaya devam ediyor. Ama bir fark var; bugün daha çok kadın görünmezliği reddediyor, daha çok kadın sistemin kör noktalarını işaret ediyor ve daha çok kadın, sanat dünyasının geleceğini belirlemek için söz alıyor.

Görünmezlikten Kurtulmanın, Temsili Yeniden Kurmanın ve Sanatın Geleceğini Dönüştürmenin Eşiğinde
Belki artık çıplak olmaları gerekmiyor ama kadınların sanat dünyasında gerçekten yer edinmek, yalnızca “görünmek” değil, kendi estetik dillerini kurumların yapısına katmak için hâlâ zorlu, çok katmanlı bir mücadele vermeleri gerekiyor. Günümüzün görünmez engelleri, geçmişin kaba ayrımcılığından daha zarif; belki daha iyi gizlenmiş; ama bir o kadar da sistemik. Bugün soru artık tek bir kapıyı aralamaya dair değil; kadınların sanat alanının tüm mimarisine nasıl dahil olabileceğine, nasıl kendi izlerini bırakabileceğine dair çok daha geniş bir sorgulama çağrısı.
Kadınların sanat dünyasında kalıcı bir yer edinebilmesi için hangi görünmez duvarlarda “soyunmaları” bekleniyor?
Sansürün karşısında mı?
Algoritmaların belirlediği “uygunluk” ölçütlerinin içinde mi?
Erkek sanatçıları hâlâ merkeze yerleştiren piyasa ekonomisinin gölgesinde mi?
Yoksa değişiyor gibi görünen ama özünde direncini sürdüren sanat kurumlarının karar mekanizmalarında mı?
Guerilla Girls’ün goril maskesi bugün hâlâ üzerimize bakıyor.
Artık yalnızca bir eleştiri değil;
bir çağrı, bir hatırlatma ve aynı zamanda bir meydan okuma.
Ve belki de asıl soru şudur:
Sanat dünyası gerçekten değişmeye hazır mı,
yoksa yalnızca değişiyor gibi mi davranıyor?